Neredeyse bütün hastalıkların etki mekanizmasından sorumlu tutulan bu inflamasyon denen şey nedir? Bazılarının dediği gibi margarin sürülmüş bir dilim beyaz ekmek ya da bol şekerli bir ayva tatlısı bu yangını nasıl tetikleyebilir? İnflamasyonu bu denli hayati yapan en önemli özelliği nedir? Halk arasında iltihap kurutucu olarak kullanılan sığırdili bitkisi gibi bitkiler koskoca bir yangını nasıl söndürüyorlar?
Ey Sıhhat, Hastalıklar Olmasaydı Sen Neye Benzerdin?
Yıllar önce, tıp fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi iken hani Osman beyin okulu terk edip eczacılığa geçtiği sene Nihal ve arkadaşları mikrobiyoloji profesörüne bu soruları sorduğunda bir dizi yanıt almışlardı. Hücrenin içinde olup biteni herkesten önce öğrenmeye hevesli öğrenciler arasında o günlerde gizli bir yarış vardı. Bazı çalışkan tipler erkenden amfiye gelip en önden yer kapmak için uykularından fedakârlık ederlerdi.
Hocanın sabah mahmurluğundaki sesi amfide yankılandı.
Bu hoca zor konuları şiir gibi anlatırdı. Konusuna çok hakimdi. Lactobacillus sakei bakterisinin sucuk kalitesine etkisi der Şile mangal partisinden çıkardı.
Bağışıklık Sistemi Harika Bir Donanım
“Yazın! Burası önemli!.. Hepimizin içinde yangınlar vardır ve her birimiz bu yangınlarla baş edebilecek harika bir donanıma sahibiz. Bu donanım nedir? Tabiki bağışıklık sistemidir… Normal şartlar altında inflamasyon iyi bir şeydir, gereklidir ve bağışıklık sisteminin mükemmel çalıştığını gösterir. Yerinde ve dozunda bir inflamasyon tıpkı bir uzay gemisinin kalkanları gibi dışarıdan ve içeriden gelen her türlü tehlikeye karşı zayıf bedeni korur.
Ellerinde yalın kılıçlarla dolaşım sisteminin uç beyleri olan akyuvarlar, kanda daima hazır kıta tetikte bekleyen adına monosit dediğimiz savaşçı hücreler, bir bakteri bulsam da mideye indirsem diye gözünü dört açmış makrofajlar ve daha onlarca savunma hücresi organizmayı tehlikelerden korumak için büyük bir savaşım verir. Burada amaç nedir? Homeostasis denilen hücre, doku ve sistemlerimizdeki olağanüstü iç dengeyi muhafaza etmektir. 1930’lu yıllarda ortaya atılan homeostasis teriminin kökleri 1850’lerde öne sürülen şu fikre dayanır: Vücut hücreleri, sürekli değişen dış ve iç koşullar karşısında sabit olarak aynı şekilde duramazlar. Fizyolojik ayar mekanizmalarıyla an be an korunan bir iç ortamda mutlu mesut yaşamak isterler.
Hücre, Küçük Bir Fabrika
Eskiden bilim insanları hücreyi küçük bir fabrikaya benzetirlerdi: Canlı minik bir fabrika. Zaten Arapça huceyre kelimesi de odacık anlamına geliyor. Her bir hücrenin evimizdeki kombi sisteminde olduğu gibi sıcaklık ayarının yapılması gerekir. Ayrıca asit baz dengesi sağlanmalı ve uygun nem oranına sahip olması gerekir. Yoksa hücre çölde kavrulan bir yaprak gibi kurur ya da nem içinde baygınlık geçirir. Bunlar da kâfi gelmez. Bu küçücük hücrelerin düşmanlardan ve zararlı bakterilerden arındırılmış güvenli bir ortama, besin ve su başta olmak üzere çok çeşitli gıdalara ihtiyacı da vardır. İşte bizler lahmacun yerken, yolda yürürken ve yatağımızda uyurken hücrelerimiz içteki ve dıştaki koşullara uyum sağlamak için sürekli ayar yaparlar. Bu yüzden geğiririz, gaz çıkarırız, yatakta sağa sola döneriz, üşüyen ayağımızı yorganın altına otomatik çekeriz.
Bu ayar mekanizmasına bilim insanları fiyakalı bir şey olsun diye homeostasis adını vermişler. Sıcak bir yaz günü terlemeniz bu ayar mekanizmasına gösterişli bir örnektir. Hücre ayarlama enstitüsünün elektrik memurları ve hormonlar gibi kimyasal postacıları harıl harıl hiç durmadan çalışırlar ve akıllara durgunluk verecek bir koordinasyon içerisinde bedenimizdeki hassas dengesine devamlı surette ayar çekerler.
Bu ayar mekanizmasından savunma sistemi de nasibini alır. Bağışıklık sisteminin askerleri, ikiyüzlü ve saldırgan tiplerden hiç haz etmezler. En çok onlara gıcık olurlar… Plajdaki cankurtaranlar gibi her an tetikte ve her an göreve hazır durumda bekleyen bağışıklık sistemi elemanları kıyıya vuran tsunami dalgalarına benzetebileceğimiz aşırı iltihaplanmalar sonucunda feleğini şaşırır. Hücrelerde ne ayar kalır ne de mayar.
İki Tür İnflamasyon Vardır: Akut ve Kronik.
Akut inflamasyon genellikle hızlı bir şekilde ortaya çıkar ve genellikle kısa ömürlüdür. Birkaç dakika içinde başlar ve günler içinde olup biter. Akut inflamasyonun devreye girmesiyle istilacı mikropları yok etmek için harekete geçen mekanizmalar, ölü hücreleri atmak ve hasarlı olanları onarmak için neşeyle işe koyulurlar. Bu hummalı çalışmalar, iltihap saldırısı altındaki bölgedeki kargaşayı yeniden bir denge durumuna sokar.
Kronik inflamasyon ise genellikle aynı hücresel yanıtla başlar, ancak bağışıklık sisteminin masadaki problemle baş edemediği durumlarda süreç günler, aylar hatta yıllar boyunca devam ederek müzminleşir ve kalıcı hale gelir. Ev işlerinden bıkan ve devamlı yorgunluk hisseden bir ebeveyn kronik iltihaba örnek olarak verilebilir. Anne baba evi devamlı toplar, çocuklar dağıtır. Salon misafirlere hazır hale getirilir, kaşla göz arasında çocuklar odanın altını üstüne getirir. Anne artık dayanamaz ve çocuklara bağırır, orantısız tepki verir. Tıpkı kendi hücrelerine saldıran bağışıklık sistemi gibi… Ya da sürekli nöbet tutan ve aşırı yorgun bir askerin uykusuzluktan kendinden geçmesi gibi bazen hücrelerimiz kendinden geçerler. Devamlı nöbet tutan bir askeri veya topladığı halde evi devamlı dağıtılan bir anneyi gözünüzün önüne getirin.
İltihabın Durdurulamaz Tehdidi
İltihabın kroniğinde ilk tehdit ortadan kalktıktan sonra bile iltihaplanma durdurulamaz ve devamlı aktif halde kalır. Ortalıkta bir yaralanma veya herhangi bir hastalık olmasa bile düşük seviyeli iltihaplanma sürüp gider. Bu durum bir şekilde kontrol altına alınmaz ve zamanında müdahale edilmez ise, bağışıklık sistemi sorunun devam ettiğine hükmederek beyaz kan hücrelerini olay yerine sevk eder. Onlar da çevredeki sağlıklı dokulara ve organlara saldırmaya başlarlar. Tam bir fasit daire. Romatoid artrit, kanser, kalp hastalığı, diyabet astım ve hatta Alzheimer gibi zamanımızın en zorlu hastalıklarında olan şey budur. Kontrol altına alınamayan yangınlar…
“Romatoid Artrit Nedir” yazımızı mutlaka okuyun!
Hücrelerin tahammül sınırları aşıldığında beden sonunda bitap düşer ve sanki üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi olur. Beethoven’in beşince senfonisinde olduğu gibi savaş meydanında borazan seslerini yükselmeye başlar…
Da da da daaaa!
Macar Bilim adamı Hans Selye bu durumu tükenme ve bitme terimleriyle açıklar. Savaşacak ve kaçacak halleri kalmayan hücreler sonunda pes ederek ringe havluyu atar ve sahne kapanır. Hep yek!
Besinler ve içeceklerin yapısındaki bazı kimyasallar bir taraftan bedene takviye güç sağlarken diğer taraftan iltihabi süreçleri de kontrol altında tutar. İlk kez 1936 yılında stres ve iltihap kelimelerini yan yana kullanan stresin babası olarak ün salan Hans Selye’ye göre stres te aynı iltihabi süreçler gibi vücudun savunma mekanizmasından başka bir şey değildi.
İnflamasyonu Baskılayan Bileşik: Polifenol
Her gün içtiğimiz çayın yapısındaki polifenol bileşiklerini ele alalım. Bunların inflamasyonu baskıladığı bilimsel olarak gösterilmiştir. Bu yüzden çay içince rahatlamaz mıyız? Daha dingin bir hale dönüşürüz. Harlayan bir ateşin üzerindeki bakır çaydanlıkta mükemmel demlenmiş bir çayın içindeki gözle görülmeyen bu kimyasallar bağışıklık sistemini güçlendirirler.
Yine çayın yapısında bolca bulunan kateşin adlı bileşikler iltihabı azdıran interlökin-6 üretimini engelleyerek iltihap oluşumunun önüne geçer ve dalgakıranlar gibi kıyı şeridini koruma altına alırlar. İnterlökin-6 bağışıklık sistemine ayar çeken onun dengeli çalışmasını sağlayan hayati bir moleküldür.”
Bazen derslerdeki aşırı detaylar ve Latince tıp terimleri insana sıkıcı gelse de sınavda sorulması ihtimaline binaen yine de öğrenciler derste uyanık kalmak için direniyorlardı.
Profesör ise amfinin ortasında durmadan konuşuyordu:
“…Bu iltihaplanma olaylarında iş çığırından çıkarsa ve dahası yangına körükle gidilirse, durum müzminleşip kronik bir hal alırsa işte o zaman işin rengi değişir. Sahilde dalgakıranların olmadığını bir düşünün. Beyaz ekmek, vitamini alınmış parlak pirinç, işlenmiş makarna, arıtılmış şeker, kozmetikler, deterjanlar körük görevi gören bazı ürünlerdir.Glisemik indeksi yüksek bu gıdalar kan şekerini hızla yükseltirler. Şeker de insülin hormonu vasıtasıyla inflamasyonu başlatır. Bunlara ilave olarak bir de serum interlökin-6 düzeyinin normalin çok üstüne çıktığını düşünün. Ne olur? İş gide gide ta karaciğere kadar dayanır. Kişide kansızlık, halsizlik, yorgunluk ve ağrılar ortaya çıkmaya başlar.
Bu İnterlökin-6’yı Biraz Daha Açalım
Neden hocam?
Şimdi görürsünüz.
İnterlökin-6, egzersiz sonrası kaslardan salınan bir proteindir. Açlığın bastırılması ve bağışıklık sistemin kansere yanıtının güçlendirilmesi de dahil olmak üzere çok çeşitli görevleri vardır. Egzersiz, elbette daha ince bir bele sahip olmanıza da yardımcı olur ve özellikle zararlı bir tür olan karın yağ birikimini önler. Obezlerde interlökin-6 miktarı fazladır. Bu konularda yapılan binlerce çalışmadan biri de yürüyüş deneyleridir. Sağlıklı genç erkekler günlük adım sayısını günde yaklaşık 10.000 adımdan 2000 adıma düşürürse ne olur? On beş gün içinde genç delikanlıların karın yağ kütlesi yüzde 10 civarında artar.
Hocam, karın yağlarından kadınların ve erkeklerin bu denli korkmasının nedeni nedir?
İşte şimdi konumuzun can alıcı yerine geldik!
Vatandaşın Derdi Kilolar ve Selülitler
Hekimlerin derdi ise artmış inflamasyon. Karın yağı, artmış inflamasyonun bir sonucu. Organlarımızı saran iç karın yağını çıkarır ve laboratuvarda incelersek, viseral adı verilen bu yağın deri altı yağdan daha fazla iltihaplı olduğu görülmektedir. Bu iltihap, yerinde durduğu gibi durmaz ve bir süre sonra kana karışarak tüm sistemin iltihaplanmasına neden olur. O yüzden mesela romatizma sadece iltihaplı bir romatizma değildir. Romatizma iltihabı kalbe, beyne ve damarlara sıçradığı için tehlikeli bir hal alabilir.
Bu arada bir an önce ders bitse de dışarı çıksam diye sabırsızlanan bir öğrenci yanındaki arkadaşına dönerek:
“Bak seni anlatıyor hımbıl…”
Profesör durmuyordu:
“Eskiden insanlar sabahtan akşama tarlalarda durmadan çalışırdı. Sabahın köründe kalkılır ver elini pamuk, tütün ve meyve bahçelerine… İşçiler güneşin altında kavruk olurdu. Kimsenin boş kalmaya fırsatı olmuyordu. Araba yoktu, her yere yürüyerek gidilirdi. Müştemilatlı bir sofra zaten yoktu. Bu durumda şişmanlayabilene aşk olsun değil mi?
Dahası bizler çocukken; yollar bozuktu, arabalar bozuktu, musluklar bozuktu, ziller bozuktu, paralar bozuktu ama adamlar sağlam.
Bütün bunların yanında yağa bir günah keçisi gibi de davranmayalım. Bir dirhem et bin ayıp örter demişler. Balık etli sıfır yağ felsefesi acayip yanlıştır. Dozunda yağ gayet iyidir. Karaciğerden sonra zararlı atıkların toplandığı ikinci organımız yağ dokusudur. Bu yüzden hedefimiz yağları yok etmek olmamalı. Yağla mücadelede maksadımız iltihabın kökünü bulmak olmalı. Yağ bir sebep değil neticedir.
Olayın Bir de Şu Yüzüne Bakalım
Fazla kilolarınız var, yüksek kolesterol veya yüksek şekeriniz de. Bu hastalıklardan birine sahipseniz, diyelim ki tip 2 diyabetiniz var, dolaylı olarak kanser veya kalp hastalığı gibi başka hastalıkların riskini de artırdınız. Yangına körükle gitmenin neticesi olarak başa gelen çoğunlukla budur. Ve hepsini birbirine bağlayacak olursan, bütün bu hastalıkların en belirgin özelliği fiziksel hareketsizlik, ruhsal çöküntü ve bunların neticesinde ortaya çıkan kronik iltihaplanmadır.”
“Tamam yoruldunuz, toparlıyorum.”
Profesör arka sıralarda uyuyan birkaç öğrenciye takıldı. Ama hızını kesmeden devam etti:
“Hücresel yangının olmazsa olmaz dört özelliği vardır. İyice belleyin, sınavda sorabilirim: Rubor, tumor, dolor ve color. Kısacası bu 4 şey arı sokunca olan şeyler…”
Profesör en önde oturan çalışkan bir öğrencisine dönüp bu Yunanca kelimeleri açıklamasını istedi.
Sık sık bunu yapardı Profesör. Öğrencilerine kelimelerin köklerine inip sözcüklerle etimolojik olarak haşir neşir olmalarını tavsiye ederdi.
Tıp Bir Sanattır
Tıp bir sanat olduğu için doktorların edebiyattan ve güzel sanatlardan uzak durmamalarını önerirdi hep.
Öğrencisi hızlıca özetledi.
“Rubor et tumor cum, calore et dolore… Ateş ve ağrının eşlik ettiği şişlik ve kızarıklık…”
Arka sıralardaki bazı öğrenciler “dolar!” sözünü duyunca kendi aralarında kıkırdadılar. Kendini zapt edemeyen birisi:
“Yok artık, dolar değil dolor mu,” dedi.
Onların arkalarında oturan bir öğrenci muzipçe “davar, davar.” dedi…
Çalışmayı seven öğrenci sözlerini tamamladı:
“Rubor, kızarıklık demektir hocam, ki o bölgede kan akımının arttığını gösterir. Tumor, şişliktir ve ortamda sıvı birikimine işaret eder. Dolor, ağrıdır. Geçen yaz hiç unutmam. Kudüs’e gittiğimde bir gün bir cadde ismi gördüm. Via Dolorosa, Ağrı Yolu. Bu yol Hz. İsa’nın acı içinde yürüdüğü o bilinen yolmuş.
Son olarak color, ısı artışı demek oluyor. Ateş ve sıcaklık. Kan akımı artıp üstüne sıvı da birikince ortam iyice ısınır. İki bin yıl önce Romalı doktorlar yapmış bu tanımı…Üçbin altıyüz öncesinde bile Mısır ülkesinin doktorları da haberdarmış bu tıbbi meselelerden…”
“Afferin,” dedi profesör, ses tonunda duyduğu memnuniyet vardı.
Sınıfın ayaklı kütüphane dediği öğrencisi yine takdiri hak etmişti. Bazı öğrencilerin ters bakışları çalışkan öğrenciye duyulan kıskançlığı gizleyemiyordu: Kıza baksana Kudüs’e bile gitmiş…